PAS
Gözlerim duvardaki sıva çatlaklarının izlerinden anlamlı şekiller çıkarmaya çalışıyordu. Bir çatlağı takip ederken onun Güney Afrika sahil hattı olduğunu düşlüyor, hiçbir gezgini Ümit Burnu’ndan geçirmiyordum. Çatlak ikiye ayrıldığındaysa tersine akan birer Dicle ve Fırat düşleyip onların Şattülarap’tan ayrılışını izliyordum. Sahi yeryüzünde yer çekimine karşı hareket edebilen tek madde su muydu?
Haritalar her yerde, biliyorsunuz değil mi? İçinde doğup büyüdüğüm kerpiç ev 1920’lerde inşa edilmişti, çatlakların haritalarıyla ilk o evde tanıştım. İlkin var olan çatlaklar yetiyordu bana, sonra sonra büyüdükçe hikâyeler işlemeye başladım onların izlerini takip ederken. Yemek yerken ya da oyun oynarken onları izlemek yetmedi, çatlak takibinin kendisi başlı başına bir iş oldu. Bir gün işin içine tükenmez kalem de girdi. Sıvanın bölünmeye çalıştığı her iz bir kaçış rotasıydı, kendi yaptığım hücrelerden birkaç tel saç çizdiğim kafalar kaçırmaya çalışırdım. Yolun sonu başka bir hücreyle biterdi ama olsun, henüz 5 yaşındaydım. “Ellemeyin çocuğa, çizsin; nasılsa bu yaza boyanacak” derdi babaannem. Hiçbir yaz boyamadık kerpiç evimizi; zaten 10 yaz sonra da kerpiçler toprağa karıştı, üzerine katlar çıkıldı. Kerpiç ev, kerpiç sıva. Bazı çocuklar kerpici tırnaklarıyla kaldırıp yerlerdi, sizin mahallede yoktur belki o çocuklardan. Demir eksikliğindenmiş derler, toprak yiyenleri de görülür.
Ümit Burnu’nu tutuyordum hala çatlağın haritasında, gezginlere fırtınalar çıkarıyordum duvara attığım delici bakışlarla, 32 yaşındayım artık. Geçerlerse sömürünün bin türlüsünü keşif diye yazacak tarih kitapları sonra. No pasaran! Bu duvar tuğla duvar; sıvalar öyle dökülmüş ki ateş tuğlalarının eğri büğrü yüzleri çıkmış ortaya. Onlar da toprak. Hava olmasa ateş yanmasa pişmeyecekler, tuğlaya dönüşmeyecekler.
Kırmızılar bordolar seçiyor gözüm, yürüyorum; denizden denizden esiyor lodos. Eski olanı sevdim hep, eski olanı salt eski olduğundan sevdim; eskidikçe daha çok sevdim. Hele ki makine kılıflarını… Üçgen alınlıklı atölye cepheleri, testere dişli fabrika çatıları, hepinize aşığım! Tuğla kırmızı, ateş kırmızı, kiremit kırmızı. Çarklar dönmüş, kazanlar kaynamış yıllarca. Sonra bir gün soğumuş kazan dairesi tekrar ısınmayacağını bilmeden, çarkları yağlayan da olmamış bir daha. Makinelerden ses soluk çıkmamış o günden sonra.
“Sessiz olalım, çekim var!”
Sessizlik bozuldu, sessizlik isteyen benim sessizliğimi bozdu. Boş ve büyük binalara bakarken sessizliği terk edilmişlikle ilişkilendirmiştim. Burası henüz yeterince terk edilmemiş. Başka çarklar dönüyor şimdi burada; filmler dönüyor, diziler dönüyor. Karavanlar geliyor, karavanlar gidiyor. Üretim devam ediyor; harabenin nostaljisinden ve kentte hasbelkader ayakta kalmış bu tesisten faydalananlar türlü kayıtlar oluşturuyor. Makinelerin evleri şimdi film endüstrisinin pansiyonlarına dönüşmüş.
Gerçek hayatı ustalıkla kopyalayıp yeniden üretiyorlar. Güzel tuğlaların, taşların, demirlerin, kiremitlerin orasına burasına tutunarak ayakta duran evler görüyorum. Sıra sıra cepheler mi bunlar gerçekten? Orasına köpükten bir kapı yapmışlar; burasına yalancıktan bir fırın açmışlar, ekmekleri plastikten. Daha çok fotoğraf çekmişler, daha çok video çekmişler. Kopyaların kopyalarının kopyaları pandemi misali sarıyor dünyayı. Binaların yeryüzünde kapladığı alan kopyaların evrende eriştiği alanlardan katbekat küçük. Otobüsleri doldurup kapısına dizilmişler fabrikanın, dizilerin çekildiği yerleri görebilmek için. Bir dizinin sokağı diğerinin caddesi olmuş; birinin bakkalı diğerinin kasabına dönüşmüş.
“Aman çok ellemeyin fasadı, tamam alt katı boyayıp değiştirin; bu kadraja yeter, olsun bitsin.”
Mekân durduğu yerde yeni mekânlar doğurmuş, ekrandan gören gözlere tanıdık gelmiş, küçük varyasyonlarla başka senaryoların vuku bulduğu hiçyerler/ yokyerler oluvermiş. Tüpçüler, anahtarcılar, berberler… Hiç yokmuşlar orada. Tüpçüdeki tüpler boş, anahtarcıdaki anahtarlar sahte, berberdeki usturalar körmüş.
Facade, façade, fasad, fasat, fesat. Dışında değil ama içindeki bir fesatlık var bu fasatların! Pencerelerinden komşuların birbirine haber uçurdukları sevimli bir sokak sandığınız yer aslında iki boyutlu cephelerle sarmalanmış bir boşluk! Bu bir kandırmaca, bu bir dekor ayakta durabildiğince. İç ve dışın, sahici ve sahtenin oldukça değişken olduğu bir hat çiziyor bu fasatlar bize. Birkaç adım atıp sevimli cumbaların arkasına uzatırsanız kafanızı, rüzgârdan yağmurdan paramparça olmuş sefil kumaşlar/ fesat perdeler göreceksiniz. Her fesat pencerenin arkasına bir kablo çekilmiş, kablonun ucundan bir ampul sarkar. Sarı yumuşak bir ışık verir tatlı pseudo-mahallemize çakma perdelerin ardından. Ne perde perdeliğini yapar, ne ampul ampullüğünü. Sorsalar herhangi bir perdeden ya da ampulden eksiği yoktur, olmamıştır, olamazdır. Ekranda görünmeye yetecek kadar büyüyüp olgunlaşmıştır, izleyiciye gerçek görünecek kadar ev olmuştur o cephe. Mutant gibidir biraz; gövdesi vardır da eli kolu yoktur sanki. Şebnem bebekler gibidir, elbiseler ona küçük beyaz tutamaklarla iliştirilir, arkası açıkta kalır. Yüzü makyajlıdır ama sırtı çıplaktır.
Kimse ellemese bu köpükten cepheler kalsa burada, iyi kötü dayansalar mevsimlere yıllara; eskiseler bir şekilde fabrikalar gibi, tutup sarılıp onları da daha fazla ayakta tutmak ister miyim? Salt eski diye onları da sever miyim? Bu sorunun içimde gizli bir cevabı var, ama size söylemeyeceğim. Onun yerine meraklısına bir masal anlatacağım, hem de tam şu an burada yazmaya başlayacağım bir masal:
Setlerdeki gerçeklik sorgulamasından cesaret alan gündüz düşlerim denizin tuzunu çağırmaya başlar. Deniz suyu taşlara toprağa tırmana tırmana gelir dayanır binaların temellerine. Çatlakların haritalarındaki yolları arşınlamaya başlar tuzlu su, nice gezginlere izin vermediğim Ümit Burnu’nu alıp eritiverir, bilmediğim bir coğrafyaya çevirir. Demir tozunun mıknatısa koştuğu gibi deniz tuzu da kolları kapakları pedalları artık bir işe yaramayan kocaman makinelere doğru gider. Çelik kolonlar kirişler de çeker denizin suyunu sanki kana kana içecekmiş gibi. Tuğlanın, kiremidin, pişmiş toprağın solgun kırmızısından hallice bir paslanma hâsıl olur fabrikanın muhtelif köşelerinde.
Pası çeker fabrikanın binaları; metaller denizi koklar, tuzunu çeker. Saklanmak ister fabrika, pasın arkasında kaybolmak ister. Önceleri nostaljik bir patina zannedilir, restorasyon sırasında özenle korumaya niyetlenirler pas katmanlarını. Fark etmezler başta, her gece biraz daha çeker binalar suları, lodos estikçe taşır ona Boğaz’ın içinde ne kadar mineral varsa. Fabrikaya gelenler çok da anlamazlar değişimi, onlar daha çok yalancıktan kurulu sokakları görmek isterler. Fabrikanın görünmezlik yarışı daha da hızlanır ziyaretçiler geldikçe.
Masal değil mi bu, gökten pas da yağabilir! Yağmurlu sahneleri vinçlerle havaya kaldırılan bir düzeneğe tankerlerden su vererek yaparlar. Kadraja sığdığı kadar tanrıcılık oynamanız mümkündür.
“Yahu bu sahnede yağmur yok demedik mi?”
Hocam yağmur yağmıyor ki zaten, fabrikanın çekim gücüne daha fazla dayanamayan dalgalar Boğaz’dan yükselerek üzerimize iniyorlar! Pas dört bir tarafından akıl almaz bir hızla hücum ediyor binalara, sarmaşıklar gibi dolanıyor dört tarafına kuzey cephesinden başlayarak. Dalgalar yalıyor çatıları, oradan kapılara pencerelere akıyor; arkasında damlacıklarla beraber bırakıyor pas mayasını. Baloncuk baloncuk kaynayarak yayılıyor sanki bir an tuzlu suyun yavruladığı pas lekeleri, sonra donuyor, kaplıyor kapatıyor altında ne var ne yoksa.
Arkeoloji biliminde toprak altından gün yüzüne çıkarılan buluntunun (obje ya da yapı fark etmeksizin) gerektiği gibi korunamaması durumunda tekrar toprağa gömülerek muhafaza edilmesinin daha iyi olacağı esasına ilişkin tartışmalar vardır. Evet, bu bir vazgeçiştir, ancak aynı zamanda da sert ve doğrucu bir saygının sonucudur. Belki de konu endüstri arkeolojisi olduğunda, işlevini kaybetmiş yapılara atanan yeni fonksiyonlar onun değerini sürdürecek ortamı yaratmadığı takdirde bu fabrikaları sarıp sarmalamak, zamansız bir yerde saklamak çözüm olabilir.
İçimdeki korumacı mimar masalcı mimarın sözünü kesip araya girmeden edemedi, o sırada bizim fabrikamızda dalgaların yer çekimine karşı hareketiyle binalara ulaşması sonucu bir kum fırtınası misali kapladı pas her yanı. İzinli ancak gönülsüz bir işgal bu; fabrika zamanda donmuştur artık, daha fazla yaşlanmayacaktır.
Beykoz Kundura Fabrikası 211 yaşında.